SANATÇI OLMAK VEYA BİRAZ ÇİNGENE OLMAK
SANATÇI OLMAK VEYA BİRAZ ÇİNGENE OLMAK
“Ben Çingenelerle oradan oraya sürüklenmek isteyen bir çocuktum hep." Jill Freedman
Yeryüzünün hangi sanatsal döneminde sanatçı, izleyicisi ve sanatına malzeme ettiği insanları kendisi ile aynı düzlemde tuttu? Ya sanat tüketicisi, sanatçıyı gerçekten hep beğenerek mi alkışladı? Soruların yanıtlarını ararken karşımıza ne yazık ki olumlu bir tablo çıkmıyor. Sistem, bir biçimde insanları gruplaştırarak ve birbirleriyle çatıştırarak, bir başka deyimle yabancılaştırarak uygarlığı yarattı.
Uygar yaşam elbette bazı değerleri değiştiriyor. Sanat ve sanatçıyı ... 18. Yüzyıl değerlerinden ayrı bir noktaya taşıyor. Bu noktada sanatçı, artık o ulaşılmaz, tanrısal kimliğini gözle görülür derecede yitirir oldu.
Sanatçı kimi zaman toplumsal sorunlara, çağın yapılandırdığı bunalıma değinirken, kimi zaman da sanki hayat bambaşka biçimde dönüyormuş gibi düşsel bir evrenin içine izleyicisini hapsederek sorunlarını unutturacak ölçüde dış gerçeklikten uzaklaştırır… Ve tüm bunları estetik bir çaba içinde gösteren sanat işleri ile gerçekleştirir. Dış dünyadan sıyrılmayı, izleyicisini büyülemeyi, beğenilmeyi arzu eder. Öte yandan kendisi hikâyenin neresindedir, yansıttığı sancıyı ne kadar içselleştirmiştir?
Ancak ilginçtir ki kendisini ayrı bir noktada tutan sanatçı, yine asla izleyicisi ile ürününün malzemesi olarak gördüğü insanları ile barışık da bulunmaz. Sanatsal işlerini sergilerken, tüketicisine, ürününü sunar, “ bakın bunlar işte böyleler” der, ama kendisi ne onlar gibidir ne de izleyenler gibi. O; yabancı, yalnız, ayrıksı, bir ötekidir… Kendi ile onlar arasında hep bir mesafe vardır… Kimi zaman izleyicisini gösterdiği olaylara ve durumlara karşı duyarsızlıkla suçlar gibidir. “Bakınız ey duyarsız insanlar, burada yaşanan hayatların ben farkındayım ve siz hala göremiyorsunuz” der. Kimi zaman da yarattığı o harika dünyanın büyüsüne insanları toplamak ve tapınılmak ister…
Büyük fotoğrafa baktığımızda sayısız bienalleri, ödülleri, sergileri, kokteylleri ve artan entelektüel mafyayı görüyoruz. Yine bakıyoruz sıradan izleyicisi ile asla sahici dostluk geliştiremeyen sanatçı, kendi meslektaşlarıyla da barışık değil. Rekabetin değişmez bir zemin olarak yer aldığı bu dünyada birbirlerinin eserlerine karşı objektif bir sanat tüketicisi olamıyorlar ne yazık ki.
Kanımca bu noktadan bir adım öteye gidebilmek için sanat üreten kişi okumak zorundadır, dünyayı anlamak zorundadır ve iddia ettiği yeninin, eskiden günümüze kadar geldiği süreci iyi bellemeli ve onun üzerine yeni bir şey yazdığının bilincinde olmalıdır. Diğer bir deyişle bu zor farkındalık yolculuğundan geçmelidir sanatçı ilk önce… Bu iflah olmaz kendini beğenme tutkusundan vazgeçebilen, düzenin neresinde durduğunu bilen, üretirken kendini daima besleyen ve diğerleri ile yan yana duran, yukarıdan bakmayan ve kürsüde olup tapınma beklemeyen bazı sanatçılar da var elbette tüm bu genellemeden sıyrılan…
Proje danışmanlığını yapmaya kendi isteğimle karar verdiğim Birol Üzmez, yeni bir sergiye hazırlanıyordu. “Roman Kahramanları” adını verdiği fotoğraf sergisinde Çingeneler, onun kendisini arka planda tutup bize gösterdiği kahramanlarıydı… Son derece coşkulu, desteğe açık, kendi adına hiçbir ego-fayda beklemeyen tavrı ile sıcak, keyifli bir çalışma gerçekleştirdik. Tüm fotoğraflarının seçimi, tonlamaları, gösterisi, kavram metni ve sergisinin baskıya hazırlanması için çalışırken ben de onun kahramanları ile tanıştım.
Sergi açılışını elit bir galeride sadece sanat izleyicisine hitaben yapmak istemiyordu. Çingenelerle uzun süredir birlikteydi ve sergiyi de neredeyse onlarla yaşadığı mahallede ve onlarla kol kola yapmayı tercih ediyordu. Açılış günü dar sokaklardan geçerek biz de ilk defa o mekâna girdik ve sokağın başından hissedilen müzik, alkışlar, fotoğraflarından tanıdığım gülümseyen yüzler, kanlı canlı karşımızdaydı. Bir sanatçının sergisi değil, adeta onların şenliği ve bayramıydı. Her şey kendi doğallığında gelişiyor ve sokakta müziğin ritmi ile ortaya atılan, her zamanki gibi nazlanmadan oynayan Çingeneleri ve fotoğraflarını, Birol da bizlerle birlikte keyifle izliyordu. Projesinin yüzlerini oluşturan Çingeneler ve izleyicileri ile bu şenlik içinde alçak gönüllü bir sahicilikle kucaklaşıyordu. O, insanların yaşamlarını gösterip kendini farklı bir noktada tutmanın peşinde değildi, tam tersine o gün sadece onları mutlu etmenin peşindeydi… Çocuğunu kucağına kaptığı gibi sergiye koşan kadınlar, sokakta oynayan çocuklar, evinin penceresinden coşkuya katılan yaşlı teyzeler, amcalar, son derece dikkat ve neşe içinde duvardaki fotoğraflarını izlerken aralarında konuşuyorlar “… A be baksana bu bizim kalaycının karısı değil mi. Ya da aman be yav beri bak ben de çıkmışım” Salonda, Roman müzikleri eşliğinde 200 fotoğraflık gösteri başladığında ise yine sevinç ve pür dikkat izlerlerken kulağıma “ film gibi çok şugar olmuş, keşke benim nişanıma da gelse” sesleri geliyor ve düşünüyorum, hangi izleyici bir sanat eserinin bu kadar içine girebilir ve sanatçıya bu kadar müteşekkir bakabilir? Sokaktan ayrılırken kulağımdaki müzik, zihnimdeki görüntüler ve içimdeki odaları boyayan renkleriyle artık ben de bir yanımla Çingene’yim.
İlke Veral
http://www.ilkeveral.net
Comment Form under post in blogger/blogspot